15 Ağustos 2010 Pazar

BEN YİNE YAZABİLİRMİYİM ?


Merhaba sevgili dostlar ve arkadaşlar,

Şule' min dünkü yıldönümü yazısından sonra, benim de içimden buraya tekrar yazma arzusu geldi. Ama artık çok neşeli ve mutlu olarak yazıyorum.


Blog takipçilerimizden bir kısmının, hastaneye yattıkdan sonraki gelişmelerden haberi olmaya bilir. Sizlere, sırası gelince Şule onları ballandıra ballandıra anlatacaktır.. Lütfen bizden ayrılmayın... Sürprizlerimiz var!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!


Bundan tam bir yıl önce 14 ağustos 2009 da bir cuma akşamı Şule beni telefonla aradı. Gayet normal olarak konuştukdan sonra " sana birşey söyleyeceğim, ben şimdi hastanedeyim, lökositim 50.000 çıktı. Onu araştırıyorlar. Ama merak etme iyiyim. Haber vermezsem kızarsın diye aradım" dedi. Aman allahım şok olduk tabi. 50.000 ne demek... Şule' ninde yazdığı gibi apandisiti patladığı zaman bile bunun yarısından azdı...

Bu durumda ne yapılır????? Herkezin yaptığı gibi internete koştuk. Şok,şok,şok... Bir tane düzgün birşey yazmıyor. Ardından doktor olan görümcem Ferhan' ı aradım. Olayı anlattım.
Oda bize " Siz doktor değilsiniz, bir kere o interneti kapatın. Bilmediğiniz konularda yorum yapmayın. Doktorlar en kısa zamanda teşhisi koyarlar. Kendinizi bunlarla hırpalamayın, Şule' ye sizler lazım olabilirsiniz" dedi,. O geceyi nasıl geçirdik bir Allah, birde biz biliyoruz.

Ertesi sabah erkenden uyanıp hemen yola koyulduk, doğruca hastaneye. Çünkü, annem ve Alp Bodrum' daydılar. Yalçın Almanya' dan ailecek doğru Bodrum' a gelecek, biz Bursa' dan gideceğiz, Şule' de Ecmel ile İstanbul'dan gelecekti. Hepimiz ailecek Şule' nin Turgutreis' deki evinde buluşup beraber kısa bir tatil yapacaktık!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

Hastaneye vardığımızda haliyle doğruca odaya koştuk. Şule yatağında sakincene yatıyordu.Bir süre önce hafif uyuşturarak kalça kemiğinden biopsi almışlardı.
Yanlış hatırlamıyorsam, lökositi biraz düşürebilmek için de serum falan takmışlardı.
Fakat Ecmel'in durumu hiçde iç açıcı değildi. Yüzü karmakarışıktı. Çünkü doktor arkadaşlarıyla konuşmuş, neler olabileceğini onlardan öğrenmişti.


Cumartesi ve pazarı öylece geçirdik. Kah gırgır yaparak, kah düşüncelere dalarak. Ayrıca Pazartesi günü kesin tanıyı almadan da Bodrum' dakilere birşey söylememe kararı aldık.

Pazartesi sabahı hepimiz çok gergindik. Odada doktorları bekliyorduk ki Mustafa bey geldi. Son derece güler yüzle, Şule ile şakalaşarak ,sonuçları yavaş yavaş , alıştırarak, ama hastalığın adını telaffuz etmeden bize olayı özetledi ve hemen kemoterapilere başlayacağını da söyleyince, ilk tepki haliyle Şule'm den geldi. ( Affınıza sığınarak bunu yazıyorum, çünkü gerçek) .ŞİMDİ SIÇTIK İŞTE..........

Hepimiz donmuş kalmıştık. O arada neler konuşuldu hatırlamıyorum ama Mustafa beyin odadan çıkmak üzere olduğunu görünce peşinden gittim. Koridorda hemen yakaladım ve neler olabileceğini sorduğumda kemoterapilerden sonra ilik nakline kadar gidilebileceğini söyledi.

O anı hatırlamak istemiyorum. Bir anda Ecmel' i yanımda fark ettim. Omuzlarımdan beni yakalamıştı. Ama kendisi benden beter bir haldeydi. O zamana kadar ancak 2 veya 3 kere çok kısa sürelerde beraber olduğum Ecmel'in boynuna sarılıp, adeta anırarak haykırdığımı, katılarak ağladığımı, Ecmel' in de beni, hemşire lerin ofisinin oradaki salona sürüklediğini hayal meyal hatırlıyorum.... İşte olay böyle başladı.

O gün Bodrum' dakilere olay münasip bir lisanla anlatıldı ve onların hemen istanbul' a gelmesi sağlandı. Şule; Alp ve annem ile gayet metanetli olarak karşılaştı. Kimse fazla cıvıtmadı ve ertesi sabah günde 18 saat süren ve bir hafta devam eden ilk kemoterapi seansı başladı...

Bu olaydan 7-8ay kadar önce bir yakınımızın bana laf olsun diye baktığı kahve falında görüp söylediği " kız kardeşin ile uzun bir yolculuğa çıkacaksın" kehanetide gerçekleşmiş oldu. Bundan sonra hiç bir şekilde kahve fincanımı ters çevirmeyeceğim.
Bu zorlu süreçte ben; Şulem' in yanında, onun güçlü iradesinin ve hayata bağlılığının karşısında kendimi dik tutmaya çalışarak, zaman zaman ondan ders alarak, onun, bu süreçteki yaşamında yanında, ona,yardımcı olamaya çalıştım.

Tanrıya binlerce kere şükürler olsun ki bugünlere geldik. Artık herşey yolunda. Hepimiz mutluyuz, artık hepimiz sağlıklıyız...

Hepinizisevgiyle kucaklıyorum....
Sağlıcakla kalın..


Alev Balta



Not: Arzu edenlere on günde bir( 250 cc kanda ne kadar varsa) o kadar demir tedarik edilir.!!!!


Müracaat : Şule Ayral

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Tam 1 yıl oldu!

Ünlü şairimiz Haltung'un Aşkımı ile... (17 Temmuz)

3 kız kardeşler... İpek ile Saygın'ın düğününe gidiyoruz. (17 Temmuz)


Taray'lar full kadro...

Cihangir manzaramız

Bilin bakalım kim bu yakışıklım?




Düsseldorf Könningsalle... Doktor kontrolü bahane, maksat alışveriş....





Tam bir yıl önceydi. 14 Ağustos cuma günü, halsizlik, yorgunluk, hafif ateş belirtileri ile işe gidemeyip evdeydim. Televizyonun karşısındaki divanda, yanımda bir sehpa ve sehpanın üzerinde bir bardak su ve ateş düşürücü ağrı kesici demirbaş ilacımız minoset, dinlenmeye ve iyileşmeye çalışıyorum. Ecmel'in üniversitede bir toplantısı var ve arada beni arayıp, durumumu soruyor ve beni doktora götüreceğini söylüyor. Ben de boşver, biraz dinlenince geçer diye üzerinde durmuyorum. Akşam üstü Ecmel geldi ve Amerikan hastahanesinin polikliniğine gittik. Muayene eden doktor gribal enfeksiyon veya soğukalgınlığına dair hiç bir bulgu bulamayınca bir kan tahlili yapalım dedi. Tamam dedik, bakılmış olsun hiç olmazsa. Kan sonuçlarını beklerken hastahanedeki Divan cafede olacağımızdan polikliniğin sekreteryasına biz nasıl olsa burdayız diye telefonumuzu da vermemişiz. Yaklaşık bir saat sonra polikliniğe gittiğimizde resepsiyondaki görevli hanım "siz nerdesiniz, sonuçlarınız çıktı doktor acilen sizi görmek istiyor" dedi. Girdik doktorun odasına hadi bakalım ne çıkacak. Kan sayımlarında lökozit çok yüksek çıkmış. Ortaokulda geçirdiğim peritonit apandisit patlamasından, yüksek enfeksiyon olduğunda normal 4-6 bin olan lökozit'in 15 binlere çıktığını biliyorum. Doktor lökozitimin 50 bin olduğunu söyleyince, amanin gene bir yerim mi patladı diye düşündüm. Bu enfeksiyonun kaynağını belirtecek başka bir şey de yok. Acaba hamilemiyim de bunu vücut enfeksiyon olarak mı algılıyor diye bile düşünmedim değil hani.
Doktor durumun aciliyetini çaktırmadan ve gayet soğukkanlılıkla, sizi bu durumda bırakamayız, bunun sebebinin araştırılması lazım, gece burada kalmanız gerekir dedi. Beklenmedik anda hastahanede kalmak fikri kimin hoşuna gider ki. Önce itiraz ettim. Ama Ecmel kalalım ve ihmal etmeyelim diyerek beni ikna etti. Yoksa ben çoooktan kaçmıştım oradan. Hastaneye yatış işlemleri falan derken, işte giriş o giriş ve teşhisin konulması, kemoların başlaması öyle aniden oluverdi. O günün üzerinden tam 1 yıl geçti. Neler atladı, neler yaşandı, bunların çoğu blogda yer aldı ve sizlerle paylaştık. Daha önce paylaşılmayanları da inşallah en yakın zamanda kitabımızda yer alacak. Yaşadığım zor anlar içimden uçup gitmeye başladı bile. Beni ayakta tutan, sevindiren ve mutlu eden olayları daha çok hatırlayarak bedensel olarak çektiğim acıları unutuyorum. İnsanoğlu gerçekten mucize bir ürün. Acıları unutma eğilimi olmasa, iyileşme ve bağışıklığı güçlendirmede başarılı olamazdık sanırım.

Geçtiğimiz pazartesi günü Almanya'da kontrolümüzdeydik. Doktorumuz Ahmet Elmaağaçlı beni çok iyi buldu. Reaksiyon tam dozunda gelişiyor diyor. Daha fazla dozda olsaydı, hayatım daha zor olurmuş, Daha azını da istemiyorlar zaten. Aldığım kortizonlar bana doping etkisi yapıyor. Gayet enerjik ve dayanıklı bir hale geldim. Kortizonların uzun vadede yapacağı tahripleri zaman içersinde dozu azaltarak kontrol altına alacaklar. O zaman kendimi daha bitkin ve yorgun hissedebilirmişim. İşe daha yoğun gidip gelmeye başladığımda daha çok kortizona ihtiyacım olabilir diye düşündüm. Bunu geçen hafta bir toplantı öncesi genel müdürümüze söyleyince, " bize de kortizon takviyesi lazım olacak" diye Vincent ile şakalaştılar.

Kanımda çok yüksek demir var. Bunu Ahmet bey biliyor ve daha sonra halledeceğiz diyordu. Yükseklik ne boyutta şöyle söyleyeyim. Olması gereken max 170 birim benim ki 2500. Bu birikim tüm tedaviler sırasında dışardan aldığım kandan dolayı oluyormuş. Vücut demiri kolay alırmış ama aynı şekilde " çatamaz"mış. (Bu deyim de Ahmet bey'den). Demir'in fazla olması ilerde tüm organlara zarar olduğundan azaltılması gerekiyor. Bunun iki metodu varmış. Biri yüzyıllardır uygulanan metod, kan vermek. Diğeri ise bir ilaç. Ahmet bey bana kan verme yolunu önerdi. İlacın yan etkileri de olduğundan, ilik reaksiyonun etkileri ile karıştırılabilir dedi. Bu hafta ilk kanımı verdim, çöpe gitti.

Yaşamım her geçen gün daha normalleşmeye devam ediyor. Dün akşam bir yıldan sonra ilk defa Ecmel ile sinemaya gittik. Kalabalık yerlerden uzak durmaya çalıştığımdan, akşam saatleri tenha bi salonda film izleme keyfini yaşadım. Dışarda kalabalık olmayan restoranlara gidebiliyorum. Alışveriş yapıyorum, araba kullanıyorum, daha önce bunların hiç önemi yokmuş gibi yaşarken, bunları tek başıma yapabilmek bana şimdi armağan gibi geliyor. Sadun dedenin bir sözü vardır, "insanoğlunun en büyük başarısı yaşamasıdır" der. Ne kadar doğruymuş, yalnızca "yaşamak" işin aslı bu. Yaşamanın, rahat nefes almanın ve bir yeriniz acımadan, kıvranmadan, rahatsız hissetmeden, başkalarına da rahatsızlık vermeden yaşamak yetmeli, gerisi ayrıntı artık benim için..... Şifa'nın laptopu'ma yapıştırdığı söz gibi " hayat en güzel hediye. Hepimiz bu hediyeye sahibiz, kırpıp kırpıp lüzumsuz şeylerle harcamayalım sevgili dostlar.

Şuşunuz....